EDİTÖR

 

Bediüzzaman Said Nursi; “Cumhuriyet ki adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.” cümlesiyle cumhuriyetin tanımını yapar. İnsanca yaşama hakkının en üst düzeyde gözetildiği bu tarifle demokratik cumhuriyet vurgulanır. Bediüzzaman Said Nursi, Kur’an-ı Kerim’de geçen adalet ve meşveret ile ilgili ayetleri delil göstererek cumhuriyetin fıtrat dini olan İslamiyet’e uygunluğuna hatta İslam’ın bunu gerektirdiğine işaret eder. Bu sebeple de cumhuriyeti İslamiyet namına sahiplenir. Bediüzzaman Said Nursi, Hz. Peygamber (asm)’dan sonraki dört halifeyi, bu temel ilkeleri tam tatbik ettikleri için dindar cumhuriyetin reisleri olarak niteler.

Tarihçilerin de teyit ettiği üzere Emeviler döneminde hilafetin saltanata dönüşmesi bu hakiki cumhuriyetin tatbik edilmesine set çekmiştir. Saltanat ile birlikte devletin dinin yaşanması ve yayılmasında en önemli faktör olarak görülmesi devlet yönetimini kutsallaştırmıştır. Diğer taraftan da adalet-i izafiye anlayışını istisna olmaktan çıkarıp yanlış biçimde yaygınlaştırmış ve devleti her türlü zulmün aracı haline getirmiştir. Bu da İslam coğrafyasında monarşik yönetimlerin İslam’ın bir gereği gibi telakki edilmesine neden olmuş, lider merkezli keyfî uygulamaları beraberinde getirmiştir.

Köprü Dergisi olarak 164. Sayımızda çoğunluğu “100. Yılında Adalet, Meşveret ve Hürriyet temelinde Demokratik Bir Cumhuriyet Önerisi” başlıklı 16. Risale-i Nur Kongresi’nde sunulan tebliğlerden türetilen makalelere yer verdik. Bu sayıda, manasız bir isimden ve resimden ibaret olmayan hakiki manada bir Cumhuriyet için Cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması gereğinden yola çıkılmıştır.  Ayrıca, konu cumhuriyetin hürriyet ve istibdat zıtlığı üzerinden anlamlandırılmaya çalışılmıştır.

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyerek önemli bir hayat prensibi ortaya koyan İslâm Alimi Bediüzzaman Said Nursî’nin, irad ettiği meşhur Hürriyet nutkunda hürriyeti dinî delillerle temellendirdiği görülmektedir. Sayıda, meşrutiyete/hürriyete şeriat adına sahip çıkmış olmasının değeri üzerinde durulmuştur.  Yine bu sayıda Magna Carta (1215) sözleşmesinin imzalanması, Birleşmiş Milletler’in kurulması (1942), Avrupa Birliği’nin kurulması (1993) gibi bütün insanlığı ilgilendiren önemli ve insani her türlü kollektif adımın temelinde Veda Hutbesinin olduğu vurgulanmıştır.

Sayıda, Cumhuriyeti tahkim edecek önemli bir unsurun meşveret olduğu, sadece bir toplumun değil, kıtaların mutluluğunun dahi meşverete dayandığı ifade edilmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin islam literatüründeki farklı ve orijinal yeri, onun “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır.” cümlesi üzerinden ele alınmıştır. Bediüzzaman Said Nursi’nin  Cumhuriyet tanımının islami referanslarına da yer verilen sayıda, bu tanımlamanın hadislerle ve Hulefâ-yı Râşidîn’in uygulamalarıyla örtüşen bir nitelik taşıdığı tespit edilmiştir.

Demokratik eğitimin temellerinden olan fırsat eşitliği, hür eğitim, iş bölümü ve uzmanlaşma ilkelerinin önemi de bu sayıda bir makale konusu olarak ele alınmıştır.  Özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin demokratik eğitim konusundaki önemli tesbitleri incelenmiştir.

Kâinat sistemindeki dengeye vurgu yaparak cumhurî yönetimlerdeki dengeyi Parkinson hastalığı perspektifinden ele alan bir diğer çalışmada, siyasette muhalefetin yeri ve değerine vurgu yapılmıştır. Bu ‘muhalefet’in hem meclislerde ve hem de diğer meşveret yapılarındaki karşılığı konusu Risâle-i Nur ekseninde incelenmiştir..  Çalışmada  Parkinson hastalığı özelinde dengelenemeyen gücün bir tür istibdada dönüşeceğinden bahsedilmiştir.  Sayıda ekonomik kalkınma ve cumhuriyet arasındaki ilişkiyi ortaya koyan ve demokratik cumhuriyetlerin daha rahat kalkınabileceklerine dair bulgulara da yer veren bir çalışma da yer almaktadır. Demokrasiyi küfür rejimi olarak görmenin vehametinin gözler önüne serildiği başka bir çalışmada  bir yönetim sistemi olan demokrasi ile bir rejimin uygulama esaslarını içeren ve ona ruh üfleyen şeriatın birbiriyle kıyaslanamayacağı ve birbirinin alternatifi ve rakibi de olamayacağı ortaya konmuştur.

Son olarak bu sayıda, Risale-i Nur hareketinin, üyelerinin sosyal kimliklerini nasıl şekillendirdiği, grup içi ilişkileri nasıl etkilediği ve bu dinamiklerin kişilerin inançlarına, davranışlarına ve toplum hayatına nasıl yansıdığı sorularını ele alan bir çalışma yer almaktadır.  Çalışmada grup psikolojisi bağlamında Nur talebelerini anlamlandırma noktasında bir çaba söz konusudur.

Şimdiden verimli okumalar diliyor, bir sonraki sayımızda da aynı dosya konusunun diğer makaleleri ile karşınızda olmayı ümit ediyoruz.