EDİTÖR

Tarih boyunca yaratılışı, mahiyeti ve gayesi itibariyle farklı ilmî disiplinlerin
araştırma sahasına giren ‘insan’la ilgili tartışmalar günümüzde de devam
etmektedir. Teknolojiyle birlikte hızla değişen sosyal olguların insandan
başlayarak gündelik hayatı, toplumların siyasal, ekonomik ve sosyal yapılarını
değiştirmesi ve bu değişimlerin insan üzerindeki etkileri tartışmaların
temelini oluşturmaktadır.
Geçen asırda adeta canavarlaşan insan tipi, iki dünya savaşı ile milyonlarca
insanın hayatını kaybetmesine yol açtı. Manevi alanlarda kendini kaybeden
insanlık “izm”lerin etkisiyle daha yıkıcı bir şekilde varlık gayesinden
uzaklaşarak ebedi hayatını yitirme tehlikesiyle yüz yüze kaldı. İnsan
bir yanda bilgi ve kültür üreten, teknik icat eden ve üstün medeniyetler kurabilen
yegâne varlık iken diğer yanda öldüren, yakan, yıkan, yer yer canavarlaşan
varlıklar haline de gelebildi. İki yönlü işleyen bir varlık olan insanın
vasatı nasıl bulabileceği ve istikameti nasıl sağlayabileceği cevap beklemektedir.
Bu bağlamda yaşadığımız yüzyılı “insanın kendini aradığı dönem” olarak
adlandırmak mümkündür. Bu yüzyılda, insanın kendi varlığıyla ilgili
sorgulamaları insanlığın en büyük iç çatışmalarını meydana getirirken insanlığa
iç huzuru sağlayacak ve varlığını anlamlı kılacak arayışlar ön plana
çıkmıştır. Yaşanan ekonomik krizlerin insan hırsı ve açgözlülüğü ile
ilişkilendirilmesi, milyonlarca insanı ölüm tehlikesi ile tehdit eden açlık ve
yoksulluğa ve devam edegelen kanlı savaşlara karşı insanın özüne ve vicdanına
yönelik değerlendirmeler yapılması bu arayışların neticesi olarak değerlendirilebilir.
Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi
temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir
taun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor.” diyerek dikkat çektiği bulaşıcı
hastalıklara karşı savunmasız durumda kalan ve mutluluğunu kaybeden
modern çağ insanı kendisine huzur verecek yeni arayışlar içerisine girmiştir.
Maddeten doyurulan, fakat ruhen aç bırakılan günümüz insanı, bugün,
varlığını anlamlandıracak yeni arayışların içersindedir. Bu bağlamda
Bediüzzaman’ın, pozitivizmin aşırı maddeciliğiyle huzursuz ettiği insana
yaradılış gayesini hatırlatması, insanı Rabbinin sonsuz merhamet, şefkat
ve keremiyle tanıştırması, yaratıcı-kul arasındaki bağları sağlam bir şekilde
kurması son derece önemlidir.
Çağımızın sorunu haline gelen, İslam toplumlarının da uzak olmadığı
insan merkezli hastalıkların insanlığın geleceğini tehdit ettiği bir çok düşünür
tarafından dile getirilmektedir. İnsan hak ve hukukunu önceleyen, insan
haklarını geliştirmeyi amaçlayan ve ‘hukuk’ ekseninde birlikte yaşamayı
hedefleyen Medine Sözleşmesinin, Magna Carta Siyasal Sözleşmesinin,
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ve günümüz Kopenhag kriterlerinin
ortak öznesinin insan olmasına rağmen arzu edilen hedeflere ulaşılamaması
‘insan’ın çok yönlü ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Günümüz
toplumları fertler ve toplumlar arasında yaygınlaşan inançsızlık eksenindeki
“menfaatperestlik, bencillik, kendi çıkarını düşünme, güçsüzü ezme, haksızlık,
hukuka riayetsizlik…” gibi hastalıklara karşı nasıl önlem alınabileceği
sorularına cevap aramakta, daha huzurlu bir dünyanın özlemini çekmektedirler.
Bu noktada Bediüzzaman’ın insanın ve toplumun mesh-i manevisine
sebep olan bireysel ve toplumsal ahlâkî dejenerasyonun önünü açan kuvvet,
menfaat, sefahat, çatışma ve ırkçılığa dayanan bir medeniyete karşı toplumların
çoğunluğunun mutluluğunu tazammun eden hak, hukuk, adalet, fazilet,
kardeşlik ve yardımlaşma esaslarına dayanan Kur’an medeniyeti önerisi
son derece dikkat çekicidir. İnsanı ekonomi ve fayda açısından değerlendiren
materyalist düşüncenin kodlarını çözmek ve tüm insanlığa huzur
verecek bir medeniyet tasavvurunun öznesi konumundaki insanı tanımlayabilmek
açısından Bediüzzaman’ın “kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve
kuvve-i akliye” yaklaşımı ip ucu olabilecek niteliktedir.
Çağımız hızlı değişimlerin yaşandığı bir çağdır. Sosyal boyutu ile düşünüldüğünde
bilgi ve iletişimin öneminin artmasıyla birlikte, insan hakları,
hukuk devleti, demokratikleşme ve hürriyet kavramları insanlığın birinci
derecede gündemine yerleşmiştir. İletişim imkanlarının artmasıyla
geçen yüzyıllara hâkim olan devlet merkezli görüşler zayıflamış, ferdin
hayat alanını genişletmeyi hedefleyen görüşler güçlenmiştir. İnsanlık Bediüzzaman’ın da işaret ettiği şekilde hürriyetlerin hâkim olduğu döneme
doğru hızla ilerlemektedir. Bunun devamlılığının sağlanması ve tüm dünyaya
yayılmasının imkanları mutlaka irdelenmelidir.
Köprü dergisi olarak bahsi geçen hususlar ışığında 145. sayımızın konusunu
“İnsan” olarak belirledik ve konuyu çeşitli boyutlarıyla Aksaray’da
düzenlediğimiz bir masa çalışmasında ele aldık. Bu sayımızda bu çalışmada
sunulan tebliğleri sizlere sunuyoruz. Sizleri dergimizle baş başa bırakırken
gelecek sayımızda “Adalet ve Liyakat” başlığı ile karşınızda olmayı
ümit ediyoruz.