Editör

Fikir dünyamızda coğrafi özelliklerden ziyade bir zihniyeti ve fikri temsil
eden Avrupa kavramı son yüzyılın önemli tartışma konuları arasındadır.
Geniş anlamı ile Avrupa’nın Batı medeniyetini ve Hıristiyan dünyasını
temsil ediyor oluşu, öznesi İslam Dünyası olan çeşitli tartışmalarda olumsuz
yaklaşımlarla kendini göstermiştir. İslam dünyasının geri kalış sebepleri,
medeniyet tartışmaları, Batılılaşma, modernleşme, İslamofobi, demokratikleşme,
Avrupa Birliği gibi tartışmalarda kendini gösteren bu olumsuzlama
ve bunun etrafında oluşturulan kırmızı çizgiler bugün de aşılabilmiş
değildir.
İçerdiği anlam itibariyle çok yönlü tartışılması gereken bir olgu olan Avrupa,
Osmanlı’daki modernleşme/Batılılaşma hamleleriyle birlikte Osmanlı
aydınlarının gündemine girmiş ve “terakki” kavramı ışığında odak noktası
haline getirilmiştir. Cumhuriyet’in kurucu iradesi tarafından da “muasır
medeniyet seviyesi”ni temsil eden bir hedef olarak görülen Avrupa, bu hedefe
matuf inkılapların da temeli olarak ele alınmıştır.
Bu anlayışa reddiye olarak dini ve kültürel reflekslerle Batı kaynaklı her
şeye karşı gelen, Avrupa’dan gelen her şeyi zararlı gören bir anlayışın zemin
bulması çatışmaları beraberinde getirmiş, bu yaklaşım her iki taraf için de
sağlıklı ilişkilerin kurulmasını engellemiştir. Bugün Avrupa Birliği, demokratikleşme,
temel hak ve özgürlükler, terör, mülteci meselesi gibi hususlar
etrafında tekrar tartışmaya açılan Avrupa ile ilgili nasıl bir paradigmanın
ortaya konulması gerektiği cevap bekleyen bir sorudur.
Toplumların ve kültürlerin iç içe girdiği, sosyo-ekonomik işleyişin ve
kuralların küreselleşme olgusuna göre belirlendiği bir dünyada Avrupa’yla
ilişkilerin nasıl kurulacağı, hangi zeminlerde yürütüleceği hususu önemli
bir sorudur. Osmanlı modernleşme süreci içersinde Avrupa’yı toptan

reddeden ya da her şeyiyle Avrupa’yı kabul eden yaklaşımlar karşısında Bediüzzaman
Said Nursî’nin ortaya koyduğu üçüncü yol bugünkü tartışmalarda
da yol gösterici niteliktedir. Bediüzzaman’ın Avrupa’yı ikiye ayırarak
üçüncü bir yol ortaya koyması üzerinde durulması gereken bir husustur.
“Avrupa ikidir” diyen Bediüzzaman İsevîlik din-i hakikîsinden beslenerek
insanlığa faydalı sanatları sunan, adalet ve hakkaniyete hizmet eden,
bilimsel gelişmelere katkıda bulunan Avrupa’ya ayrı bir önem atfetmekte,
bu Avrupa’yı materyalist felsefenin etkisiyle insanlığı sefahete ve inançsızlığa,
her alanda huzursuzluğa sürükleyen, bozulmuş olarak nitelediği İkinci
Avrupa’dan ayırmakta, Birinci Avrupa ile çeşitli alanlarda ilişkilerin kurulabileceğini
önermektedir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin “Devletler milletler muharebesi tabakat-ı
beşer muharebesine terk-i mevki ediyor” tesbitindeki “tabakat-ı beşer” ifadesinin
ne anlama geldiği, insanlığa huzur verecek, insanlığın maddi ve manevi
gelişimine katkı sağlayacak değerler manzumesi ve Avrupa’yla bu değerler
çerçevesinde ilişkiler kurma açısından irdelenmesi gereken bir konudur.
Yine Bediüzzaman’ın insanlığın tamamını saadete erdirmeyi hedefleyen
‘Kuran Medeniyeti’nin hak, adalet, hürriyet, muhabbet, barış ve kardeşlik,
dayanışma, ruhi tekamül gibi evrensel değerlerinin tahakkuku açısından
Müslüman İseviler yaklaşımı da bu bağlamda tekrar düşünmeyi gerektirmektedir.
Ülkemizde Avrupa ile ilgili tartışmalar -hiç şüphesiz- son yarım asırdır
Avrupa Birliği üzerinden yürümektedir. Avrupa Birliği, üye devletlerin
ekonomik menfaatlerini amaçlayan bir kuruluş olarak tasarlanmasına rağmen
Bediüzzaman’ın ifadesinde bulan İsevilik din-i hakikisinden beslenen,
insanlığın yararına olan evrensel değerlere beşiklik eden, insani değerleri ve
evrensel barışı ön plana çıkaran bir yapılanma olarak kendini göstermiş ve
gelişmiştir. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlükler
bugün İslam dünyasının da ihtiyaç duyduğu değerler olarak AB’nin
temel referans noktalarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda hal-i hazırdaki İslam
Dünyası fotoğrafının terör, fakirlik, geri kalmışlık, otoriter yönetimler
ve iç savaşlar gibi menfi olgulardan oluşması nazarları Avrupa’ya ve Avrupa
Birliği’ne çevirmekte, son yıllarda yara alan Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin
hangi düzlemde yürütülmesi gerektiği hususunda ipuçları sunmaktadır.
Bununla birlikte bugün Ortadoğu’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya
çıkan kanlı iç savaşların doğurduğu trajedilere kendi temel değerlerini
inkar edercesine duyarsız kalan Avrupa’nın da hangi kategoride değerlendirileceği
ayrı bir sorudur. Buradan hareketle Bediüzzaman’ın medeniyet-i
hazıra olarak nitelediği ‘Batı Medeniyeti’ne ait kuvvet, menfaat, milliyetçilik,
düşmanlık ve sefahat gibi -İslam dünyasının da duçar olduğu- insanlığın
ortak problemleriyle mücadele etmek hususunda Avrupa’yla ortak bir
zeminin nasıl sağlanacağı sorusu cevap beklemektedir.
Bu sorudan hareketle ülkemizin uzun yıllardır kapısında beklediği Avrupa
Birliği (AB) gibi yapıların bu bağlamda nasıl değerlendirileceği, bozulan
ilişkilerin nasıl düzeltilebileceği önemli bir konudur. Avrupa Birliği’ne

giriş hususunda bir çekince olarak ileri sürülen Müslüman kimliğinin muhafazası
konusu kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, teknolojideki baş
döndürücü gelişmeler ve küreselleşme olgusuyla yerini farklı tartışma konularına
bırakmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi halinde Kuranî
hakikatlerin görünür kılınması ve daha geniş kitlelere ulaştırılması “tebliğ”
kavramı ışığında ayrıca düşünülmesi gereken bir konudur.
Ülkemiz açısından diğer bir konu son yıllarda temel hak ve hürriyetler
konusunda eleştirilerin hedefi olan Türkiye’nin Avrupa Birliği ile otoriter
politikalardan uzaklaşarak demokratikleşmesini gerçekleştirmesi ve her
alanda kalkınmanın önünün açılmasıdır. İslam dünyası ile Avrupa arasında
bir köprü vazifesini üstelenmeye devam eden Türkiye’nin Avrupa Birliği
normlarına kavuşmasının İslam dünyası üzerindeki etkileri de tartışılmalı,
bu gelişmelerin evrensel bir barış projesi niteliğine sahip İttihad-ı İslam
fikrinin hayata geçmesinde rolünün ne olacağı da irdelenmelidir.
Tüm bu hususlar ışığında biz de Köprü Dergisi olarak 144. sayımızın
konusunu Avrupa olarak belirledik ve bahsi geçen hususlara cevaplar aradık.
Sizleri dergimizle baş başa bırakırken bir sonraki sayımızda “İnsan” ana
başlıklı dosyamızla karşınızda olmayı ümit ediyoruz.