Editör

 

İnsanlık tarihi boyunca din ve devlet ilişkilerinin şekli, öncelik ve sonralığı,
tartışmalara konu olmuştur. Batı’da derin kırılmalara ve çatışmalara
yol açan din ve devlet arasındaki ilişkiler İslam dünyasında da genellikle
gergin bir boyutta devam edegelmiştir. Ülkemizin sosyolojik bir gerçekliği
olarak tarihi bir derinliğe sahip dinî oluşum ve hareketlerin son yıllarda
gerilimlere araç olması; tartışmaların kamusal alan, laiklik, din ve vicdan
hürriyeti noktasından cemaatlerin varlığının sorgulanması aşamasına taşınması
din, siyaset, devlet ve cemaat ilişkilerinin tekrar gündeme alınmasına
yol açmıştır.
Küreselleşen dünyada, kapitalizmin ağında çırpınan İslam dünyasında,
İslami hareketlerin bundan ne kadar etkilendiği, dünyevileşmenin cemaatler
üzerindeki etkisi, toplumu yukarıdan aşağıya dikey bir yapılanma ile
değiştirmeyi savunan Siyasal İslamcılığın geldiği nokta, din, devlet ve cemaat
ilişkilerinin sağlıklı olarak yürütülmesinin imkanları, devlet ve siyaset
karşısında cemaatlerin konumu ve cemaatlerin maneviyat alanındaki aslî
vazifesine nasıl döneceği son yılların cevap bekleyen sorularındandır.
Son yıllarda bu bağlamda tartışılan konulardan biri de cemaat-devlet
ilişkilerinin hukuk ve adalet ekseninde nasıl yürütüleceği olmuştur. Bugün
birçok anayasanın bir ilke olarak benimsediği hukuk devleti kavramı,
demokrasinin ayrılmaz bir unsuru olarak telâkki edilmektedir. Buna göre
fertlerin, vazgeçilmez, hiçbir şahıs ve kurum tarafından çiğnenemez, ihlâl
edilemez temel hak ve hürriyetleri vardır. Devletin hukuka tabi olması, hukuk
karşısında fert ile eşit durumda bulunmasını ifade etmekte, ferdin gerektiğinde
devlete karşı da korunacağını göstermektedir.
Editör
Kur’an’ın dört esasından biri olan adalet de insanlığın tarihsel sürecini
etkileyen, semavi kitapların da özellikle vurguladığı bir kavramdır. Bu
hususta Kuran’ın adalet-i mahza”yı ifade eden “Birisinin hatası ile başkası
cezalandırılamaz”, “Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez.”
şeklindeki temel yaklaşımının, insanı merkeze alan “hukuk devleti”
arayışlarına yeni açılımlar kazandıracağını düşünmekteyiz.
Daha geniş çerçevede, son birkaç asırdır ciddî dönüşümler geçiren İslam
dünyasının ortaya koyacağı açılımlar insanlığın geleceği açısından önem
taşımaktadır. Geçmiş tecrübesiyle insanlığa huzur getiren İslam düşünce
geleneği Batı kaynaklı pozitivist ve materyalist akımların etkisiyle ve gerileme
psikolojisiyle son iki yüz yıldır farklı tepkilerle farklı oluşumlara zemin
hazırlamıştır. Şefkat, muhabbet ve uhuvvet merkezli İslam düşünce
geleneği şiddet ve terör kıskacında varlık savaşı vermektedir. İslam’ı şiddet
ile özdeşleştiren İslam karşıtı söylemlerin İslam dünyasında da çatışmacı
görüntülerle desteklenmesi, ne yazık ki, insanlığa barış ve huzuru getirecek
İslami dinamiklerin hareket alanını da kısıtlamaktadır.
Bu bağlamda her alanda kısıtlanmış ve engellenmiş bir zeminde yeşeren
Risale-i Nur hareketi bin yıllık bir medeniyet birikimini Kuranî değerler
etrafında yeniden inşa edecek ve İslam düşünce geleneğinin evrensel öncülüğünü
yapacak imkanlara sahip bir kaynak olarak anlaşılmayı beklemektedir.
İslam düşünce geleneğinin asr-ı saadetten günümüze uzanan izlerini
takip etmek, bir medeniyet krizinin yaşandığı çağımızda insanlığın ihtiyacı
olan değerler sistemini üretecek bir medeniyet tasavvurunun imkanlarını
aramak zaruridir.
Bu zaruretin bir gereği olarak Risale-i Nur Enstitüsü tarafından geçtiğimiz
aylarda gerçekleştirilen “Hukukun Üstünlüğü ve Adalet Ekseninde
Din Devlet ve Cemaat İlişkileri” başlıklı 12. Risale-i Nur Kongresi’nde sunulan
tebliğlerden bir kısmını bir önceki sayımızda sizlere sunmuştuk. Bu
sayımızda da kongrede “Hukukun Üstünlüğü ve Adalet”, “Din Devlet ve
Cemaat İlişkileri” ve “İslam Düşünce Geleneği ve Risale-i Nur” masalarında
sunulan tebliğlerden bazılarını sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Sizleri dergimizle baş başa bırakırken bir sonraki sayımızda bir medeniyet
projesi olarak tanımladığımız “Medresetüzzehra” konusuyla karşınızda
olmayı ümit ediyoruz.