Hücreden İnsana; Aileden İnsanlığa

Ömer ÖNBAŞ, Nahit TOPALOĞLU ve Nejdet PEHLİVAN, Prof. Dr., Düzce Üniversitesi, Bağımsız Araştırmacı ve Bağımsız Araştırmacı

 

Özet

Hücreler şuursuz oldukları hâlde nasıl birlikteliklerini koruyorlar, cemaat nizamı altında hareket ederken her birinin hukuk ve istidadının mükemmel muhâfaza edildiği bir beraberlik sergiliyorlar? Teâvünden hâsıl olan bir birlikteliği nasıl gösteriyorlar? Hücreler şuursuz oldukları hâlde sanki bu birlikteliğin devamı için fedakârlık gösteriyor, aksayan kesimlerin yükünü yükleniyor ve umumî maksada hizmet ediyorlar. İnsan, hayatının devamı da vücudu oluşturan yapılar arasında uyumlu bir beraberlikle mümkündür. Hücreler organları, organlar sistemleri, sistemler de vücudu oluşturuyor. Bu hakîmâne ve kerîmâne işin şuursuz varlıklardan çıkması apaçık gösteriyor ki bütün mahlûkatı bir arada hak ve adaletle terbiye eden Rabb’in kanunları, kâinatın her tabakasında câridir. Böylelikle fıtrata uygun bir düzen mümkün oluyor.

Benzer bir şekilde toplumda da aileler akrabaları, akrabalar milletleri, milletler de tüm insanlığı oluşturur. Cenâb-ı Hakk’ın kudret sıfatından gelen tekvînî emirleri gibi, şerîat kelâmından gelen emirler de benzerdir. “Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki muvâzeneyi muhafaza etmiştir. İçtimâiyatın râbıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal (uyum) peydâ olmuştur. Bundan anlaşılır ki, İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyâtı tezelzülden vikáye eden yegâne bir âmildir.”

Bu makalenin amacı, bir vücudun hücrelerindeki genetik şifrenin vücûdu tamamlamaya mâtuf çalışma prensibine vurgu yapıp insanlık vücudunun hücresi mesâbesindeki ailenin, fazilet anlayışı çerçevesinde bir bütünü tamamlayıcı rolünü nazarlara vermektir. Buna bağlı olarak en dar dairede ana-baba hukukunun öneminden başlayarak yakın akraba, millet ve insanlığa bakan karşılığını Risâle-i Nur ekseninde incelemektir.

Anahtar Kelimeler: Risâle-i Nur, Aile, Hücre, Vücut, Ana-baba Hakkı

 

A Journey from The Genetic Aspect of Cell to A Conscious Human Being, And from The Human Being to The Humanity

Abstract

Despite being unconscious, cells in general maintain their unity, acting under a communal order while perfectly preserving each one’s rights and capabilities in harmony. They demonstrate a unity that arises from cooperation. Even though cells are unaware, they appear to make sacrifices for the continuance of this oneness, bearing the weight of dysfunctional portions while serving the unique overall goal. The furtherance of human life is also possible through a harmonious unity among the structures that constitute the body. Obviously, cells form organs, organs form systems, and systems form the body. The fact that this thoughtful and kind labor originates from unconscious beings demonstrates that the Lord’s rules, which nourish all creatures with fairness and righteousness, prevail at every level of the creation. As a result, a natural order can now possible. Similarly, in society, families form relatives, relatives form nations, and nations form the diverse humanity. Just as the commands from the attribute of power of Almighty Allah, the commands from the Shariah speech are also similar. “Yes, the truths of the Shariah brought by Prophet Muhammad (Peace and blessings be upon him) have preserved the balance in the laws of nature concisely, and have not violated the relationships necessary for social connections, and even harmony has emerged among them as time passes. This indicates that Islam is the one and only religion that keeps social life peaceful and that it is the natural religion for all human beings. Starting from the importance of parental rights in the narrowest circle, this work aims to illustrate the function of the family and the basic idea behind how the genetic code in each cell of the body—which can be considered the cell of the human body—works to complete the body in completing a whole within the framework, by examining its counterpart concerning close relatives, the nation, and humanity within the axis of Risale-i Nur.

Keywords: Risâle-i Nur, Family, Cell, body, Parental Rights

 

1. Giriş

İnsan vücudu trilyonlarca hücrelerden oluşur. Hücrelerin kalbindeki çekirdekte genetik şifre saklıdır. Rabb’imiz insanın şifresini 4 nükleotitden oluşan bir zincirde kodlamıştır. Uzayıp giden bu nükleotitler kromozom denilen paketleri oluşturur. İnsan; yarısı anneden, diğer yarısı da babadan gelen 46 kromozomlu mucizevî bir hücreden yaratılır. Çok potansiyelli bu hücre her insan için ehadiyetin bir cilvesidir ve kâinatta o insana has bir kimlik numarasıdır.

Toplu iğnenin ucundan daha küçük olan bu hücrenin kalbinde 2 metre uzunluğunda genetik şifre vardır. O insanın tüm hücrelerinde şifre dizilimi aynıdır. Ancak her hücrenin yaptığı işe ve cinsine binâen bu küllî ve uzun şifrenin bir kısmı açıktır. Her hücrede, o vücudun bütün hücrelerinin yaptığı işi saklayan bir potansiyel vardır ama sadece şifrenin ona takdir edilen görevi içeren kısmı aktiftir. Yani göz hücresinde o vücuttaki tüm hücrelerin bilgisi olmasına rağmen sadece göz ile ilgili kısım açıkken kemik hücresinde de benzer olarak tüm bilginin yalnız kemikle alakalı kısım aktiftir. Yani her hücre, bütün sistem bilgisini taşıdığı hâlde ancak sistemin bir yanını işleyen, birbirini tamamlayan yapıdadır.

2. Hücreden İnsana

Benzer fonksiyon îfâ eden hücreler birleşerek organları, organlar sistemleri ve sistemler de uyum içerisinde çalışarak organizmayı yani insanı oluşturur. Rabb’imizin şâzından hikmeti gereği bazen genetik şifrenin o sistem için kapalı olması gereken kısmının açık kaldığı durumlar olur. İbretlik bu gibi durumlarda karnın içerisinde diş ya da saç dokusunun tezâhürü gibi ilgisiz hücrelerin yaratıldığı anomaliler yaşanır. Bazen de sisteme hizmet etmeyen, bilinen bir vazifesi olmayan hücreler zuhur eder ki bunlara rudimente “atık hücre” denir.

Her hücre kendi bünyesine has vazifeleri yaparken aynı anda bedenin bütününü oluşturmak için şart olan diğer hücrelerle dayanışma ve tesânüd görevini de îfâ eder. Zîra her hücre sistem içerisinde, sistemler de ancak entegrasyonun ürünü olan bedende varlığını devam ettirirler.

2.1. Kompansatuar Hipertrofi

Bir organda hizmet eden sağlıklı hücreler kendisi ile aynı hizmeti yapan ve aynı fonksiyonu üstlenen diğer hücrelerin hastalanması veya fonksiyon yapamaz hâle gelmesi durumunda onların o vazifelerini de tamamlamak için gayret içine girerler. Bu amaçla hücrelerin boyutları artar, mitotik bölünmeyle genişler. İçerisinde daha fazla yapısal bileşen sentezlenir. İş yükü, daha büyük hücrevî içerik tarafından paylaşılır. Görev yaptıkları organın hacmi artar. Böylece hücreler kendi vazifelerini gördükleri gibi, cüzü oldukları sistemin darda kalan sâir hücrelerinin de imdadına koşup yardım ederler ki bu durum, onların gáye-i hilkatlerine muvâfık fıtrî vazifeleri, bir nevi ibadetleridir. Karaciğerin bir bölümü fonksiyon kaybına uğradığında karaciğerin sağlam kalan diğer kısmının büyüdüğü ve kendi vazifesi yanında bütünün eksiğini de tamamladığı görülür. Fakat bu sessiz ve âlâyişsiz fedakârlık, çoğunlukla yapılan incelemeler esnasında sonradan tespit edilir. İç içe geçen dairelerin merkezinde bulunan hücrelerin bu fazilet eksenli tesânüd için çalışması, sistemin ayakta durmasında çok önemli rol oynar. Eğer bu durum bozulursa süratle organ yetmezlikleri gelişir, vücudun hayatiyeti tehlikeye girer.

2.2. Kanser Hücreleri

Bulunduğu sisteme hizmet etmeyip kendi menfaati için çalışan, kontrolsüz büyüyen anarşist hücreler kanser hücresidir. Yani kanser hücresi vücudumuzun görev tanımı dışına çıkmış kendi hücresidir. Bu hücreler, büyüyecek yeri ve enerjisi olup olmadığına bakmaksızın kural dışı çoğalan, sisteme hizmet etmeyen hücrelerdir. Kanser hücrelerinin çekirdekleri normal hücreye göre daha iri olur. Kanser hücreleri, hızla çoğalarak komşu hücreleri rahatsız eden, onların enerjilerini gasp eden kural tanımaz hücrelerdir. Hızla bölündüklerinden metabolizmaları hızlıdır ve daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Kanser hücreleri artmış enerji ihtiyacını karşılamada, hücre içi sindirim mekanizmasını çalıştırmak gibi meşakkatli yol yerine, bu ihtiyacını kısa yoldan karşılamak için glukozu kullanırlar. Kanserin glukoz ve enerji talebine dışarıdan alınan besinlerle yetişemeyen vücut sistemi bu sefer zor zamanlar için bekletilen depolarını kullanmaya başlar. Kanserin bu tüketim çılgınlığı depolar tükendiğinde de durmaz, nihayetinde vücudun kendi yapı taşları ve proteinleri karaciğerde glukoza dönüştürüldüğünde onları da gasp edip bitirirler.

Kanser hücreleri bir düzen içerinde işleyen hücrelerin hem mekânlarını hem de enerji kaynaklarını sömürerek sistemi çökertirler. Bu hücreler, üretmeyip sadece kendisi için tüketerek bulundukları sisteme ve sonrasında da vücuda zarar verirler.

3. Aileden İnsanlığa

İnsan kâinatın küçük bir fihristesi olduğu için, insan bedeninin çalışma prensiplerinin iz düşümü sosyal âlemde de bulunacaktır. İnsanlık iç içe geçen daireler misali düşünüldüğünde aile, en küçük dairedir. Nasıl ki bir hücre bağlı bulunduğu organa, sisteme ve vücûda hizmeti ölçüsünde değerli hâle geliyor ve vazifesini yapıyorsa, aile de kendi içerisinde fazilet ve tesânüdün özümsenip bu fazilet hâlini akrabalarına, milletine ve insanlığa aksettirebildiği nisbette kıymet kazanır. “Mahlûkátın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i îman; ve ehl-i îmanın en ziyâde hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyâreler; ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyâde lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhip olan peder ve valide…”[1] satırları en büyük daireden en küçük daireye kadar taalluk eden alanları içerir. En küçük dairede en büyük ve devamlı vazife vardır.

Bediüzzaman, medeniyet-i hâzıra ile hikmet-i Kur’âniye karşılaştırılmasında “medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı kuvvet kabul eder, hedefi menfaat bilir, düstur-u hayatı cidal tanır,” “Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı kuvvet yerine hakkı kabul eder, gayede menfaat yerine fazilet ve rıza-i İlâhîyi kabul eder, hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavünü esas tutar”[2] der. İnsan hem hevâ hem de hüdâ cihetleri ile lezzet alan bir eşref-i mahlûk olarak yaratılmıştır. Asıl olan manen terakkī ve hüdâ cihetine yolculuktur. İnsanın kemalâta yolculuğu böyle sağlanır. Fakat maddiyyûn ve tabiiyyûn asrı, hevâ ve hevesi okşayıp nefsin firavunâne yönünü kamçılamış, fazileti ve tesânüdü içeren hüdâ cihetini ihmal etmiştir. Menfaat ve enaniyetin ön planda olduğu bu ifsat projesine de en dar daire olan aileden başlamıştır. Nasıl ki hücre kompansatuar hipertrofi mekanizması ile vücudun yardımına koşup eksiği tamamlamaz ise vücûd dağılır. Aynen bunun gibi aile bireyleri arasında “ben merkezli” hayatlar hâkim olup diğerkâmlık ve isâr hasleti yerleşmez ise toplum hayatı mahvolur.

3.1. Hücre-Aile

Hücre, anne-babadan gelen genetik bilgilerin birleştiği vücudun en küçük menzilidir. Aile de nesep ve evlilik bağı ile bir araya gelmiş ve bir çatı altında bulunan insanlardan müteşekkil, toplumun en küçük birimidir. İslâm, insanlığı korumak için toplumun en küçük hücresi olan aileye özel önem verir. Ailenin merkezine menfaat değil, fazilet anlayışının yerleşmesi için özel hükümler koyar. Menfaatsiz fazilet anlayışını esas alan uygulamalar en evvel ana-baba hukukunda göze çarpar.

“Evet, dünyada en yüksek hakĪkat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukábil hürmet haklarıdır.”[3] satırları ana-baba hakkını dairenin merkezine koyarak Allah’ın (cc) rızasının bu hukuka riâyet ölçüsünde taallukunu nazara verir. “Anne ve babadan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.”[4] âyeti, menfaat eksenli bencil bir anlayışın, fazilet ve şefkat eksenli bir hayata dönüşümünün ve hukuklara tam riâyetin pratiğini ders verir. “O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman daha ziyâde muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.” “Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencîde eden, insan bozması bir canavardır.”[5] cümleleri, insanın “ben merkezli” menfaat kalelerini yıkan düsturlardır. “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun”[6] hadis-i şerifi de bu noktada dikkate değerdir.

İslâmın, ana-baba hukukuna revaç veren yönlerinden biri de mirasta gözlenir. Anaya evladın malından altıda bir miras ayrılması fazilet eksenli aile hayatının önemli emirlerindendir.

Ana-baba hukukuna verilen ehemmiyetle beraber, ailesi için harcamanın sadaka hükmünde olması, eşler arasında hürmet ve merhamet duygusunun tahşidi, Allah için fazilet anlayışının aile fertleri arasında yerleşmesini sağlar. Bediüzzaman Said Nursî “Bu sene inzivâda iken ve hayat-ı içtimâiyeden çekildiğim hâlde, bazı nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvâlar işittim. “Eyvah!” dedim. “İnsanın, husûsan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım. Bildim ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimâiyesine ve dolayısıyla din-i İslâm’a zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefâhate sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, bîçare nisâ tâifesinin gáfil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâm’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.”[7] tesbitini yapar.

Âhirzamanın şerir şahs-ı manevîsi olan Süfyan ve Deccal, tahribâtında aileyi hedef alır. Bediüzzaman “Nikâha rağbetsizlik ve riâyetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezâret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği”[8] hadisini yorumlayıp çözüm olarak “Kurtulmanın çâre-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.” diyerek tek çıkış yolunu ihtar eder. “Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassungâh ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir.”[9] satırları ile aile fertlerinin vazifelerini hatırlatır.

Vücutta bir organ işlemez olduğunda, arkadaşı onun görevini yüklenir (Kompansatuvar hipertrofi). Bir böbrek hastalandığında diğer böbreğin büyüdüğü ve kendi vazifesi yanında arkadaşının eksiğini de tamamlamaya çalıştığı görülür. Hücreler, hizmet ettikleri sistemin devamı için fedakârlık gösterip nasıl fazladan yük alıyorlarsa, aileler de başkalarını gözeten, fazilet duygusunun olgunlaştığı ve uygulandığı yerler olmalıdır. Hücreler bu ikmal vazifelerini nasıl sessiz ve gösterişsiz yapıyorsa, aile bireyleri arasındaki yardımlar da başa kakmadan yapılmalıdır. Böylece aileler, “Kendileri ihtiyaç hâlinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.”[10] âyetinde belirtilen ve senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan sahâbelerin îsâr hasletinin fiilî olarak yerleşip yaşandığı ortamlar olur.

Aileler, büyük bir bedeni temsil eden insanlık vücudunun hücreleri gibidir. Ailede “biz hakikati” vardır. Ailedeki “biz” güçlü bir şahs-ı manevî olduğundan, şahs-ı manevînin metin bir hükmü olan meşveret ailenin rutin bir işi ve sistemin zembereği olmalıdır. Meşveret, bir şahs-ı manevî olan ailenin konuşma ve anlaşmasının tesanüde hizmet eden meşru zeminidir. Haklı şûrâ ise ihlas ve tesânüdü netice verecektir. Aile ferdleri arasında fedakârlık ve gayret şuuru uyanarak ailevî mes’eleler halledilir, aileyi sarsan tehlikeler samîmî çabalarla bertaraf edilir. Ailede, âhiret inancı, imtihan sırrı ve kader anlayışı canlı tutularak “biz hakikati” korunur. Vücûd-ı insaniyetin cüzleri olan âzâlar ve sistemler böyle terakkī edecek, rekabet ve menfaat anlayışı ile değil fazilette müsâbaka anlayışı ile insanlık kemaline ulaşacaktır. Ailede yerleşen bu anlayış topluma yayıldıkça faziletli bir cemiyet inşâ edilecektir.

Bediüzzaman Hazretleri “Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa yahut bir arkadaşı olan başka çarka tecavüz etse, makinenin mihânikiyeti bozulur.”[11] tesbitini yapar. Bir fabrikanın çarkları “bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesânüt, bir ittifakla gáye -i hilkatlerine yürürler.”[12] Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un ana umdelerinden biri olan şefkatin, çocuk hâlinde iken onun ruhuna ekilen tohumlar misali mübarek ailesindeki ana şefkatinin yansıması olduğunu ifade eder. Bu açıdan sevgi ve şefkate en lâyık varlık annelerimizdir. “Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye soran adama Resûl-i Ekrem’in (asm) “Anan, sonra anan, daha sonra yine anan, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban”[13] buyurması bu hakikatin ifadesidir. Bu değerlerin yaşandığı bir ailede yetişen çocuk, “bir bütünün parçası olma, tamamlayıcı olma” mantığını fark edip bencil tutumlara girmez. Bu yüksek tamamlayıcı anlayış, günümüzdeki “çocuğum paşa olsun-makamı olsun” düşüncesine indirgenen eğitim anlayışından çok daha erdemlidir.

3.2. Organ-Akraba

Cemiyet bir vücutsa, aile de bedenin hücresidir. Ailenin yapısı, anlayışı, eğitim modeli, vücûdu tamamlamaya yönelik olmalıdır. Toplumdan soyutlanmış atomize bir anlayışla kurgulanan aile, sisteme hizmet etmeyen “atık hücre” mesâbesindedir. Hücreler organları, organlar sistemleri, sistemler de nasıl vücûdu meydana getiriyorsa, aileler birleşerek akrabaları, akrabalar milletleri, milletler de insanlığı oluşturur.  Hadis-i şerifte bu durum şöyle vurgulanır; “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[14]

Aynı organda görev yapma manasındaki akraba ve komşu ilişkileri dinimizde önemli bir yer tutar. “Amca ve hala, peder hükmünde; teyze ve dayı ana hükmünde.” diyerek fazilet anlayışını yakın akrabaya teşmil eder. Daha sonra bu erdem, milleti ve bütün insanlığı kaplayacak hâle gelir. Zekâtın yakın akrabadan başlaması, Efendimizin (sav) komşu hukukunu ifade için “Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.”[15] buyurması bundandır.

Âhir zamanın dehşetli fesadı, eneler etrafında dönen bir anlayışın aileden başlayarak revaç bulmasıdır. Nazarları eneye çevirip hodbinlik pompalayarak narsist anlayışları körükleyen ifsat komiteleri, aile müessesesinde gedikler açıp akrabalık münasebetlerini bozma maksatlı dessasâne faaliyetler yapmaktadır. Bu zamanda enâniyetin çok ileri gitmesi, herkesin kendini mâzur görmesi, umumî bir belvâ hâlini almıştır. İçerisinde bulunduğu sistemi bozan kanser hücreleri gibi, akraba ilişkileri bozulmuş bu aileler, Kur’an’ın yakın akrabaya bakma, sıla-i rahim emrini hiçe sayarlar. Hürmet ve merhamet hisleri giderek bozulan böyle bir toplumda bîçâre ana baba ve ihtiyar akrabalar açısından hukuklarına kasteden tüyler ürpertici vahim neticeler ortaya çıkar.

3.3. Sistem-Millet

Risâle-i Nur’da, cemiyet hayatı içerisinde yaşayan insanın konumu vurgulanırken Hz. Ali’nin (ra) bir sözü aktarılır: “Kimin himmeti yalnız nefsi ise o, insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü; ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi, bir postla yaşamadığından, ebnâ-i cinsiyle fıtraten alâkadar olmasından ve onlara manevî bir fiyat vermeye mecbur olduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur.”[16] “Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, râbıtasıdır.”, “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikat dahi, vahdet-i ictimâiyeyi iktiza eder.”[17] cümleleri ile, kâinatın özündeki yardımlaşma ve birlik hakikatine dikkat çekilir. Milliyetimiz İslâmiyet’tir. Ehli imanı birbirine bağlayan nuranî bağları bilmemek İslâmiyet milliyetine zarar verir. Bütün müminlerin başta bayram, cuma ve cemaat namazlarındaki ittihadını gölgeler. Hac, teârüf ve teâvün manasını kaybeder. Bu ise organ yetmezliklerinin vücûd bütünlüğünü bozması gibi, âlem-i İslamın en büyük farz vazifesi olan ittihad-ı İslam manasını bozar. Düşmana, milyonlarla İslâmı İslâm aleyhinde istihdama zemin hazırlar. Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva’nın (as) buluştuğu, ilk aile temelinin atıldığı Cebel-i Arafat’a gelen hacıların, tekbir ve ibadetlerinin ittihad-ı İslamı netice veren külli manaları gizlenir.

Bediüzzaman, fıtratındaki ziyâde rikkat-i cinsiye ve acımak hissini tariflerken “Âlem-i  İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum, onun için bu kadar ezildim.” diyerek ifade eder. “Çünkü fıtratımda rikkat-i cinsiye ile acımak hissi ziyâde bulunduğundan, kendi elemimden başka, binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak belâsını çekmişseniz, benim kadar o belâya mâruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyâde acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hatta masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkatle hissediyordum. Hususî bir hânem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki âlem-i İslâm’ın kıt’asıyla, hânem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hânedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.”[18] cümleleriyle, şefkat ve acımak hissinin, masum hayvanattan tut, tâ bütün âlem-i İslam’ı kuşattığını söyler. Nurun mesleği ve Nur talebelerinden bahsedilen mektuplarda, Nur talebelerinin “aziz, sıddık, metin…” nitelemeleri yanında “fedakâr” diye de vasıflandırılması ve Nurun dört tarîkınden birinin şefkat olması da çok mânidardır. Zira “bir adamın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir”, “herkes ‘nefsî, nefsî’ demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam bir adam hükmüne sukut eder”. Müminlerini tamamını büyük bir aile gören anlayış Hz. Ebubekir’in (ra) dilinde “Ya Rab! Benim vücûdumu öyle büyüt ki, cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın.”, Bediüzzaman’ın dilinde de “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennem alevlerinde yanmaya razıyım.” sözleriyle ifade edilir.

3.4. Vücut-İnsanlık

Bütün insanlığın genetik bilgisini kuşatan potansiyel kök hücre, Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva (as) ile şekillenmiştir. Her bir aile, kabîle, millet, bu genetik bilginin bir kısmının açık olduğu insanlığın zenginliğini gösteren bir bütünün parçalarıdır. Diller, renkler, farklı hayat şekilleri, insanlığın bu genetik şifresinin ne derece kapsamlı olduğunu ifade eder. “O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.”[19] âyeti, farklılıklara vurgu yapar. Risâle-i Nur’da Hucurât Suresi 13. âyetinin meâli olarak ifade edilen, “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.”[20] ifadesi, tıpkı bir vücudun birbirini tamamlayan sistemleri gibi aynı amaç için çalışmaya gayreti nazara verir. Zira üstünlük ancak takvâdadır.  İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihat rabıtalarını tesis eder. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur; en büyük bir düşmanıyla, bir nevi kardeşliği vardır.

Sonuç

Fıtrata muhalefet eden maddî ve manevî zarar görür. Varlıkların kâinattaki bütünlüğü korumaya mâtuf duruşları, tesânüdün ne derece önemli olduğunu göz önüne sermektedir. İnsan da ancak tesânüd ve fazilet hakikatiyle mücehhez olduğu müddetçe kâinattaki uyuma entegre olabilir.  Şerîat bu hakikati yerleştirmek için en küçük daire olan ailede hürmet, merhamet, fazilet, ihlas gibi duyguları emrederek insanın başıboş olmadığını, hürriyetlerinin sorumluluklarla sınırlandığını insana ihtar eder. Zira aileler akrabaları, akrabalar milletleri, milletler de tüm insanlığı oluşturur. Ana-baba hukukundan başlayarak daire daire bütün hukukları nazara verir. Yalnız menfaatini ve nefsî isteklerini değil bütün mevcudatı göz önüne alan fazilet anlayışıyla yaşamayı, aileden başlayarak topluma yerleştirir. Ailede bu fazilet anlayışıyla donanarak yetişen fertler, anneden aldıkları şefkat; babadan aldıkları akıl, mantık ve intizam dersleri ile mücehhez olarak insanlık ailesinin değerli bir yapı taşı olurlar.

 

Kaynakça

BUHARİ, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail (v. 256/870), el-Camiu’s-Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992

MÜSLİM, Ebu-l Hasen Müslim bin el Haccac Kuşeyri el Nisaburi. Sahih-i Müslim.

NURSÎ, Bediüzzaman Said, Risâle-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017

NURSÎ, Bediüzzaman Said, Risâle-i Nur Külliyatı, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017

NURSÎ, Bediüzzaman Said, Risâle-i Nur Külliyatı, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017

NURSÎ, Bediüzzaman Said, Risâle-i Nur Külliyatı, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017

NURSÎ, Bediüzzaman Said, Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017

 

[1]       Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.307

[2]       Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.459

[3]       Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.305

[4]       İsra Suresi: 23-25.

[5]       Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 717-718

[6]       Müslim, Birr 9, 10

[7]       Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 322

[8]       Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 618

[9]       Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 207

[10]     Haşir Suresi: 9

[11]     Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 110

[12]     Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 276

[13]     Müslim, Birr 2

[14]     Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66

[15]     Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141

[16]     Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 111

[17]     Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 310

[18]     Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 149

[19]     Rum Suresi, 30/22

[20]     Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s 375